“..Sadece bir kaç kırık parçamız bir gün diğer insanların kırıklarına temas edecek. Gerçek bundan ibaret. Bir tek insanın gerçeği. Sadece “prezentabl” kırıklarımızı paylaşabiliriz. Bu yüzden hemen her zaman yalnızız [...] Neden olaylar gerçekten olmuyor da bir rol oynuyormuşum gibi geliyor? Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…” (Marilyn Monroe’nun 1961′de psikanalist Ralph Greenson’a yazdığı mektuptan)
Marilyn Monroe’nun hayatı boyunca küçük kâğıtlara, günlük sayfalarına not ettiği şiirlerin, yayınlanmamış mektuplarının derlendiği bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün, “
Kırık Parçalar”. (Fragments)
Seks sembolü”, bütün gerçek kadınlardan daha
“dişi” bir star, vücud hatlarını abartan korseleri, dar giysileri ile kadın değil, bir kadın karikatürü olarak yaşamış bu insanın hayatı neye benzeyebilir? Dişiliği abartıldıkça insanlığı örtülen, platin saçlarıyla sarışınlardan daha sarışın olan “Marilyn” gerçek adını dahi kullanamayan genç bir kadındı… Kendisi olmak ile toplumun ona biçtiği rol arasında, mandalla ipe asılmış bir çamaşır gibi edilgen, rüzgâra ve güneşe mecbur, şunları not etmiş defterine
“hiç bir zaman mutlu olmayacağımı biliyorum ama neşeli olabilirim….Ey Hayat! Senin iki yönünü takip ediyorum, havaya asılıyım, daha çok aşağıya düşer gibiyim… Ama kuvvetliyim, rüzgârdaki bir örümcek ağı gibi. Kırağı ile varlığım kuvvetleniyor, soğuk ve ışıltılı. Ama inci dizili çizgilerim bir tablo gibi rengârenk. Ah hayat, seni aldattılar
Kendisi için mutlu olamayan,
“ötekilerin” ondan beklediği gibi neşeli görünmeye çalışan bir kız Norma; ötekiler için “Marilyn” rolü oynayan Norma Jean Baker. Mânâsız bir harf, içi boş bir elbise gibi hissediyormuş kendisini. Biyografisinden öğreniyoruz ki
“Erkekler sarışınları tercih eder” ya da
“bazıları sıcak sever” gibi filmlerin kahramanı çekimlerden sonra Los Angeles üniversitesine gidiyormuş, kütüphanesinde 400′den fazla kitap varmış.
Sanırım yazmak Marilyn için bir kaçıştı, en makyajsız haline, kameralardan, alkışlardan uzak, “orijinal” benliğine geri dönüş. Kendi olmak imkânını bulduğu nadir anların tadını çıkarıyordu yazarak. Daha çocuk sayılacak yaşta bile sürekli yazan, hisleri, umutları ve ızdırapları ile şuuru arasına mesafe koyabilen, tepki değil fikir üreten bir genç kız var karşımızda. 1943′te 17 yaşında iken şunları yazmış:
“Kendini iyi tanımak ya da tanıdığını düşünmek o kadar da iyi bir şey değil. Başarısızlıkların üstesinden gelmek için herkesin biraz gurura ihtiyacı var”
İskoçyalı filozof David Hume’un(1) bunalımlarını hatırlıyoruz Marilyn Monroe’yu okurken. Hume’u ve derin insan kitabında bahsettiğimiz “benlik” hissini:“İşte BEN’lik tuğlası bu. Filozofun akıl yoluyla keşfettiği, mü’minin vahiy yoluyla inandığı (çamurdan bedene üflenen…) ve şizofrenin kafasına bir saksı gibi düşen, BEN’in bir yanılgı, bir vehim olduğu gerçeği. Ama bu gerçek ile karşılaşmak için mü’minin gerekli hazırlığı yapmış ve tahkikî iman ile donanmış olması gerekiyor. Filozoflar? Onların da her zaman hazır olduğu söylenemez. ”İnsan Doğası” (A Treatise of Human Nature) isimli çalışmasının birinci kitabının sonuç bölümünde David Hume şöyle yazıyor:
Gemisi batmış, boğulmak üzere olan bir yolcuya benziyorum. Kimim? Bir hiç miyim? Hiç bir Hakikat’im yok. Diğer insanlardan tecrid olmuş durumdayım. Kaybolmuş. Ne mutlu ki doğa beni bu melankoliden çekip çıkarıyor ve tavla oynamaya itiyor… Bir kaç saat eğlencenin ardından bu düşüncelere geri dönecek olursam soğuk buluyorum onları ve yeniden içine girmeye gönlüm yok.”
İnsanları “BEN” yapan şeylere biraz daha yakından bakın: Doktor, Erkek, Genç, Bekâr, Eskişehirli, zayıf, Tavla sever, sigara kokusundan nefret eder, dostları var, komşuları, akrabaları… Hep başkalarına göre, topluma, kurumlarına, geleneklere göre inşa edilmiş bir kim?-lik. Bir an için çevresindeki herkesin o yokmuş gibi davrandığını farz edin: insanların ona bakmadığını, ondan yardım istemediğini hatta selâm vermediğini canlandırın gözünüzün önünde. Söylediği sözler dipsiz bir kuyuya atılmış taşlar gibi. Ses bile vermiyor. Günlük hayatın, alışkanlıkların ve bedensel hazların verdiği güven duygusunun silindiği bir dünya. Kim?-lik yok. “Kim?” sorusuna cevap bir sessizlik. Aynaya bakıyor ama kendini göremiyor
Yatak odası gazetecilerinin ağzını sulandıracak detaylar yok Marilyn Monroe’nun notlarında. Mahremiyet yok, samimiyet var. yazdıkları gerçekten çok içten. Kendini, hayatı ve insanları anlama gayretinde bir insancık duruyor karşımızda. Izdırap içinde kıvranan, yardım isteyen, kimseye kin tutmayan biri. Kendine biçilen “sarışın fıstık” rolünü mükemmel oynuyor; mükemmeliyetçi bir aktör, her çekimden önce başarısızlık korkusuyla tir tir titreyen bir çocuk adeta. Sevgi dilenmekle geçirmiş ömrünü, yüzüne fırlatılan kürklerin ve pırlantaların altında nefessiz kalmış. Et-kadın’ın içindeki insan-kadını aramış, belki de kalbindeki boşluğu kitaplarla doldurmaya çalışmış? Obur insanın pastalara saldırması gibi kitaplara saldırmış, okumuş, yercesine, yutarcasına okumuş.
Ya yazdıkları? Büyük bir edebî eserden bahsedebilir miyiz? Sanmıyorum. Daha çok “kederli bir palyaçonun seyir defteri” diyebiliriz. Dışarıya verdiği “pozitif görüntü” ile iç dünyasında yaşadığı fırtınalı hayat arasında kalmış. Sürekli “içine” bakmış ve yazmış; can çekişen bir kadının kalbinden gelen “kadınsal” izleri kâğıda dökmüş…
Derin Düşünce sitesi kurulduktan sonra kadınların yazma konusunda bir avantajı olduğunu fark ettim. Hanım yazarlar ile tanıştıkça bu olumlu “önyargı” pekişti. Siteye örnek yazı gönderen yazar adaylarının isminden anlaşılmasa bile yazdıklarından bir hanım olduğu derhal seziliyordu. Neden? Nasıl? Bilmiyorum. Ama öyle.
Kadınlarda biz erkeklerin sahip olmadığı bir tür “duygusal zekâ” var. Erkek yazarlar kelimelere, kavramlara muhtaçlar. Ama mânâlar kelimelere hapsoldukça Mânâ’dan uzaklaşıyor. Erkekler beyin ile yazıyorlar. Kadınlar ise kalp ile. Erkeklerin yazdıkları üst üste konmuş tuğlalara benziyor. Bir plan ve program dahilinde, giriş, gelişme, sonuç, ana fikir, yan fikirler… Kadınlar ise ressamlar gibi bir fırça darbesiyle anlatıyorlar kalplerindekini. Açıklanmayan, “sadece” yaşanabilen, sezgisel şeyler yazıyorlar. Bir keman konçertosuna benzetilebilir kadınların yazdıkları. Sesler iç içe geçmiş. Hangi fikirden ne zaman çıktınız, hangi duyguya ne zaman daldınız, bilmiyorsunuz. (Bir daha ki sefere duygusal bir film seyrederken karınızın ya da kız kardeşinizin göz pınarlarında bir damla yaş görürseniz bu sözlerimi hatırlayın.)
Evet… “bizim” Marilyn de bir kadın yazardı. Ya da yazan bir kadın? Ne olursa olsun beyniyle değil kalbiyle düşünen bir insandı Marilyn. İlk kocasından ayrıldıktan sonra şunları not etmiş meselâ
“…idealize edilen gerçek aşkın sureti yok olduğunda hissedilen… fırlatılmış ve reddedilmiş olmanın verdiği ağır bir ızdırap…”
Marilyn’in yazdıklarından değil ama onu yakından tanıyanların sözlerinden anlıyoruz ki modern dünyada yaşamak için fazla hassas bir kadınmış. Kendisinden istenen her şeyi vermiş, insanlarda biraz samimiyet ve gerçek sevgi aramış ama nafile. Son kocası Arthur Miller onun bu hassasiyetine şu sözlerle işaret ediyor:
“…Hayatta kalmak için daha riyakâr biri olmalıydı, ya da en azından gerçekçi. O ise sokağın köşesinde durmuş, insanlara şiirlerini okumaya çalışan bir şaire benziyordu, gelip geçen kalabalık onun elbiselerini yırtarken…”
Dünyaya geldiğimizde “ben” olduğumuzu bilmeyiz. Açlığımıza, üşümemize, korkumuza derman olan “anne” bize dokunarak vücudumuzun sınırlarını da öğretir. Yüzümüze gülümser, adımızla hitab eder. BEN fikri oluşmaya başlamıştır artık. Vücudumuzun boşlukta bir yer kapladığını fark ederiz. O yer “benim” yerimdir, bana özeldir. Tıpkı adımız gibi, Ben’e ait, SADECE Ben’e ait. “Anne” bizim için ilk “öteki” olur. Ve tabi diğer aile fertleri. Okul, cinsiyet, mahalle, millet derken yavaş yavaş BEN‘liğimizi inşa ederiz. Kim?-liğimizi oluştururuz. Çocukluktan Ölüm’e dek AYNI olarak kalacak bir “BEN” fikri, “Kim?” sorusunun cevabı, bir ” identity“…
Ama adı üstünde bir inşa sürecidir bu. Doğuştan gelen bir şey değildir. Bir şeyler ekleyip çıkarırız. Hem ait olduğumuz grupları taklid ederiz hem de “Özel” olmak isteriz. Aidiyetler güven verse de toplum içinde eriyip yok olacak kadar başkalarına benzemek… hoş değildir.
Fakat bazen işler yolunda gitmez. Marilyn gibi bazı çocuklar ayaklarını yere sağlam basamazlar bir türlü, onlar için hayatın toprağı kum gibi gevşektir. Tutunamaz kökleri. Zaman’ın geçmesi yetmez yaşamaları için. BEN’liklerini inşa edemez o çocuklar. Yaşamaya başlayamazlar bir türlü:
“Kimse onun bir hayalet olduğunu tahmin edemezdi. Yaşayan bir ölü için fazlasıyla güzeldi o, fazlasıyla tatlı, çekici. Hayaletlerin sıcaklığı olmaz. Soğuk çarşaflar gibidirler ya da korkunç bir karaltıya benzerler. Keşke aldanmasaydık. Bizi büyüleyen, böylesine avucuna alan ve bize zevk veren bu güç neydi? Tuzağa düşmüştük. Onun çoktan ölmüş olduğunu anlayamadık.
Aslında Marilyn Monroe tam olarak ölmüş sayılmazdı. Biraz ölmüştü. Neşeli görüntüsünün içimizde uyandırdığı zevkten körleşiyorduk: YaşaMAmak için ölmüş olmak gerekMiyordu. O doğuşundan itibaren yaşaMAmaya başlamıştı. Annesi bir “piç” doğurduğu için insanlıktan kovulmuştu ve son derecede mutsuzdu… Bebekler insanların kanunla çizdiği yerler dışında yaşayamazlar. Norma Jean Baker daha doğmadan kanun dışı olmuştu. Bunalım içindeki annesi bebeği ile ilgilenebilecek durumda değildi. Küçük Norma soğuk yetimhanelerde ve geçici ailelerde kaldı. Sevgiyi öğrenmek zordu.” (hayaletlerin fısıltısı,b.cyrulnik)
Sevgiyi ve mutluluğu öğrenemedi “bizim” Marilyn. Ama faydayı, tatmini ve tatminsizliği öğrendi. Beşerî Marilyn bir şekilde beslenip büyüyor fakat içindeki “insanî” Marilyn açlıktan kıvranıyordu. Etrafındaki insanlar ondan faydalandılar. Karşılığında Marilyn’e istediği faydayı, lüksü, şöhreti vs verdiler. Ama bu beşerî bir ticaretti. “insanî” Marilyn yine açtı. Sevgisizlik neticesinde Kendine güvensizlik, bunun doğurduğu korku ve boşluk hissi büyüdükçe büyüdü. Marilyn’in ifadesiyle güzel sözler bile sorun teşkil ediyordu:
“Tuhaf ama biri bana iltifat ettiğinde içimi bir endişe kaplıyor. Izdırap duyuyorum çünkü bu iltifatı hak etmediğimi düşünüyorum, gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorum
Gerçek şu ki şizofren, melankolik, depresif diye etiketlediğimiz insanların bir çoğu gerçekte hasta değiller. İnsan’a dair bir Hakikat’i hissediyorlar ama anlam veremiyorlar. BEN duvarında öyle büyük bir yarık öyle beklenmedik bir anda açılmış oluyor ki Hakikat’in ışığı gözlerini kör ediyor! Korkarım intihara yeltenenler ve cinayet işleyenlerin büyük bir kısmı da buna dahil. Günlük hayatın tekdüze akışından meydana gelen dekorun yıkılması bu insanlarda sonsuz bir güvensizlik hissi doğuruyor. Korku ile saldırganlaşıyorlar. Ya başkalarına ya da kendilerine karşı. Biz “normaller” canına kıyan birisinin haberini alınca makul ve mantıklı bir açıklama arıyoruz, aşk acısı, işsizlik, çevre baskısı… Oysa Mutlak Korku İnsan’ın kimyasında var, pusuda bekliyor. Uygun koşullar bir araya gelince “bir” şekilde gösteriyor kendisini. (Bkz. Korku Matkabı bahsi, derin insan kitabı)
Özetleyecek olursak, deliler hasta değildir tıbbî mânâda:
“Delilik bir uydurmadır yani deli olduğunun farkında olmayan hasta uydurması. Doktor ile hastanın şuurlarını birbirinden ayıran mesafe ile tıbbî uzmanlık bilgisini hastanın cahilliğinden ayıran mesafe farklı şeylerdir. Ne doktor her şeyi bilen “sağlıklı” taraftadır ne de hasta kendi varlığını unutacak denli “hastalıklı” tarafta. Hasta kendi anormalliğini kabul eder ve hastalığını anlamlandırır. Bu anlam hastanın şuuru ile, ötekilerin dünyası ile arasına koyduğu kapanmaz bir mesafedir. Ama ne kadar net görürse görsün, hastanın yapamadığı şey doktorun perspektifinden bakmaktır. Doktor hastalığı objektif bir süreç olarak ihata eder. Hastanın anormalliğini kabul ya da reddedişi, yorumlayışı hep içeridendir, onsuz değildir.” (m.foucault,maladie mentale et psychologie, sf. 56)
Marilyn Monroe da çocukluğundan itibaren maruz kaldığı baskılar altında kendi iç dünyasına hapsolmuştu. Biz normallerin “delilik” dediği şey kuluçkaya yatmıştı. Foucault’nun tabiriyle söyleyecek olursak “anormalliğini yorumlayışı içeridendi, Marilyn-siz değildi”. Kısaca Marilyn giderek delirmekteydi. Yazdığı notlarda bu görülebiliyor. Düşünceden kopma, şiirsellikten, çarpıcı metaforlardan deliliğe doğru bir kayma vardı hayatında. Meselâ:
“Ey sessizlik! Sükunetin başımı ağrıtıyor. Kulaklarımı delip geçiyor ve tahammül edilmez sesler sakince başıma vuruyor. Simsiyah bir ekranda beliren yaratıkların gölgeleri en sadık dostlarım oldu. Kanım devinim içinde yolundan sapıyor, dünya uykuda; ah huzur, seni istiyorum. Bir huzur yaratığı olsan bile
Neden bu gidişe direnemedi? Neden hayata tutunamadı Marilyn? Tanıtım yazımızın giriş kısmında sunduğumuz sözlerini hatırlayın, “..Sadece bir kaç KIRIK PARÇAMIZ (ing. Fragments) bir gün diğer insanların KIRIKLARINA temas edecek” diye başlayan satırları. Marilyn aslında çok önemli bir gerçeğe işaret ediyordu, “benlik” dediğimiz şeyin gerçekten de “kırık” parçalardan ibaret olduğuna. Sağlıklı bir çocukluk, “normal” anne-baba sevgisi içinde bu parçaları birleştirebilecek gücü buluyoruz biz “normal” insanlar. Hatta kendi “parçalarımızı” o kadar iyi birleştiriyoruz ki onu bölünmez bir bütün sanıyoruz. Adına “Benlik” dediğimiz gerekli vehim böyle oluşuyor. Ama çocukluğunda büyük travmalar yaşayanlar bu “birleştirmeyi” beceremiyor, tahammül edemedikleri gerçeğin yerine yalandan bir dünya kuruyorlar:
“…Ailesiz çocuklar cemiyetin gözünde ailesi olanlara kıyasla daha kıymetsizdir. Bu çocuklara tecavüz etmek ya da sömürmek o kadar da büyük bir suç sayılmaz. Çünkü bunlar tam anlamıyla çocuk sayılmazlar… Kimileri böyle düşünür. Küçük Marilyn bu saldırgan ortama rağmen ayakta kalabilmek için fanteziler oluşturmaya başladı. Bazen gerçek babasının bir sinema yıldızı olduğunu söylüyor, bazen bir kraliyet ailesinden geldiğini iddia ediyordu.
Sürekli yetimhane ve geçici aile değiştirmek ve cinsel istismar neticesinde Marilyn gerçekten sevilmeyi hak eden bir insan olduğunu fark edemedi. “Normal” insanların sevgi dilini hiç bir zaman öğrenemedi. Cinsel olgunluğa eriştiğinde onunla birlikte olmak isteyen herkese “evet” diyordu. Cinsel olarak kullanmayanlar için Marilyn altın yumurtlayan bir tavuktu. Satılık, kiralık… bir et idi. Marilyn’i gerçekten sevenler bile onun iç dünyasına giremediler. Öylesine çekici, öylesine parlaktı ki. Erkeklerin gözleri kamaşıyordu. Et-Marilyn “büyük aşklar” yaşarken insan-Marilyn çocukluğunun bataklığında yalnız başına debelenip durdu. Tutunacak bir ip arıyordu, biz ona bir kaç pırlanta atıyorduk zaman zaman. Ölü doğan Marilyn ona biçilen ET rolünü mükemmel oynadı, biz onun hayaletine taptık. Marilyn hiç bir zaman hayata giremedi; kendisi olamadı…” (hayaletlerin fısıltısıb,b.cyrulnik
Marilyn Monroe “delilikte” ilerledikçe bir tür “derinlik sarhoşluğu” yaşamaktaydı. Çok derine dalmış ve yönünü kaybetmiş bir dalgıç gibiydi sanırım. Kendisi için ne istediğini, neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemeyecek duruma geliyordu. 5 ağustos 1962′deki ölümünden 4 yıl önce, 1958′de titreyen elleriyle şunları yazmıştı:
“Help! Help! Help! Hayatın yaklaştığını hissediyorum. Oysa istediğim tek bir şey var, ölmek”
Paramparça olmuş iç dünyasında, kırık bir aynada makyaj yapmaya çalışan bir kadın gibi… Ötekilere kabul edilebilir parçalarını sunmakla geçen bir ömür; çok uzun ve çok kısa bir ömür. Marilyn kendi tabiriyle ses çıkaran plastik bir oyuncaktı. “içi boşlukla dolu” bir oyuncak. Görünen dünyada “gerçek” aşkı, dostluğu aramak, MUTLAK MÜKEMMEL’i “ötekilerin” insafından sormak… Ölürken bile herşeyini verdiği “ötekileri” düş kırıklığına uğratmak istemedi. Dünyanın Marilyn’de kıymet verdiği yegâne şeyi yani vücudunu bozmayacak bir ölüm seçti.
Chicago şehrinde 8 metre yüksekliğinde bir heykeli dikildi marilyn monroenun Etekleri havada,seven year itch filmindeki o ünlü pozuyla. Hayatı boyunca “ben bir et değilim” diye ağlayıp duran kız çocuğu artık öldü. Ama ona ısrarla “sen bir etsin, bizi ilgilendiren tek şey senin etin” diyen bir anıt var artık. Chicago’ya gelen turistlerin en büyük eğlencesi plastik Marilyn’in bacaklarının arasında geçip resim çektirmek. Dişiliği abartılmış, eşyalaşmış bir kadın karikatürü ve altında poz veren, cinselliğe indirgenmiş bir erkek karikatürü. Öldükten sonra bile insan yerine koymadığımız Marilyn Monroe’nun hayaletini Chichago sokaklarında ağladığını duyar gibiyiz:
“Neden bu işkenceyi hissediyorum? Neden kendimi diğer insanlardan daha az insan hissediyorum? Kendimi hep insan-altı bir varlık gibi hissettim…”
Dipnotlar
1° David Hume’un kelimeleri ile Marilyn Monroe’nun hissiyatı arasındaki çarpıcı benzerliğe bakın:
“Bu parça parça algıları sentezleyerek bir aynılık (sameness) oluşturuyoruz zihnimizde. Bütün yaptığımız benzerlik ve illiyetten istifade etmek. Benlik sadece hissedilen (feeling) ama 5 duyu ile algılanmayan bir şey. Netice olarak Benlik sözlerle ifade edilen zihni bir oluşum, bir ilişkidir. Bellek, kimliği (identity) üretmez, keşfeder. [...] İlliyet (causality) yani sebep-sonuç ilişkileri, determinizm ve kimlik insanların hayata tahammül etmek için ihtiyaç duyduğu vehimlerdir (illusions). Dil katılığı sebebiyle Varlık’ın değişimine rağmen aynı kalan hakikî Ben’i anlamaya engeldir.” ( a tresatise of human nature)
DERİN DÜŞÜNCE